Akşamüzeri yağmur
hızlanmış, otobüs bekleyenler duraklara sığınmıştı. Eli kolu pazar poşetleriyle
dolu bir kadın bekleyenlerin yanından yürüyüp emlakçının önünde durdu.
Vitrindeki arsa fotoğraflarına bakıyordu. Başında güneş gözlüğü otuzüçlük
tespih çeken uzun boylu bir delikanlı kapıda belirdi. “Rabia abla gel içeri
sana arsa buldum,” diye seslendi. Kadın gülümsedi. “Hadi hayırlısı,” diye içeri
girdi. Dükkân basık, duman altı olmuştu. Poşetlerini sehpaya bırakıp sandalyeye
oturdu. “Ersin, ablanın bütçesini unutmadın değil mi?” diye imada bulundu.
Delikanlı bilgisayar ekranını kadına döndürdü. “Arsa bu. Ev de yaparsın yanına
kümes de.” Rabia ıslanmış yüzünü tülbendinin uçlarıyla sildi. Ersin çayından
bir yudum içip “Söyleyeyim mi? İçer misin?” diye sordu. Rabia duymadı.
Büyülenmişti. Fotoğrafta evi, koşan tavukları, hayırsız kocasını ağaç dibinde
pineklerken, kızını masada ders çalışırken görüyordu. “Peşinat kaç lira?” diye
mırıldandı. “Haftaya kadar beş bin getir, gerisini iki yılda ödersin,” deyince
Rabia ayaklandı. Aklından çeyiz sandığındaki üç bini geçirdi. Parmaklarıyla
hızlı bir hesap yaptı. “Oldu bu iş. Haftaya tapuyu alırım.”
Rabia dur durak bilmeden
çalıştı. Temizlikten sonra lokantalara bulaşığa gitti. Kızı okul çıkışı yardıma
geldi.
Unkapanı plakçılar hanı,
güneşli bir günde albüm yapmak isteyen kadınlı erkekli grupların kuşatması
altındaydı. Yapımcıların posterlerle süslenmiş ofislerinin önünde kuyruklar
uzamıştı. Birbirlerine şarkı söyleyen, saçı başı hakkında yorum isteyen, girdiği
yarışmalarda hakkının yendiğini yakınanların uğultusu hanı dolduruyordu. Elinde sepeti yanık sesiyle “Lahmacunnn!”
diye bağıran satıcı; elli yaş civarı, kel, bağrı açık beyaz gömleği, boynunda
sarı bir madalyon, koyu pembe İspanyol paça pantolonuyla kalçası dışarıda göğüs
ileride sallana sallana kuyruğu takip ederek ofis katına çıktı. En büyük
camekânlı ofise girip sepetini bıraktı. Ellerini havaya kaldırıp boğazını
temizledi. Masalarında oturan saçları topuz, sakız çiğneyen sekreter ve kelli
felli bir adam dikkat kesildi. Üzerine basa basa “Batsın bu dünya” şarkısını
okumaya başladı. Nağmelerle gözler fal taşı gibi açılmıştı. Şarkıyı
bitirmesiyle sekreterin balon patlatması bir oldu. Ofiste sanki zaman durmuş
kimse kıpırdamıyordu. Satıcı sepete eğilip gazete kâğıdına iki lahmacun sarıp
içerdekilere uzattı. “Tezcan Çengel abime sevgilerle,” derken sırıtıyordu.
Tezcan’ın gözleri satıcının gümüş ön dişlerinden yansıyan ışıkla kamaştı.
Tezcan; plakçılar çarşısında soyadıyla anılıyordu. Garibanların umutlarına çengel
atıp neleri var neleri yok ellerinden alırdı. Ayağa kalkıp alkış kopardı. “Hoş
geldin Şuayip Şurup kardeşim.” Sekretere “çay söyle” işareti yapıp Şuayip’i
elinden yakaladı. Masasından çıkıp koltuğuna Şuayip’i oturttu. Şuayip koltukla
birkaç kez döndü. Tezcan coşkuyla İsmail Ballıses’in posterinin yanına gidip
bir elini ismin üzerine koydu “Burada Şuayip Şurup yazacak.” Diğerini
fotoğrafın altına koyup “Burada da Şifalı türküler.” Şuayip elini pantolonun
cebine sokup çıkardığı bir tomar parayı masaya bırakınca sekreter ve Çengel
paranın etrafında toplandı. Çengel parmaklarını tükürükleyip paraları sayarken
Şuayip merakla “Boğaziçi açık hava konserlerinde Ceren Akarsu’dan sonra sahne
alır mıyım?” diye sordu Çengel, gözleri parada başını “Evet” anlamında
salladı.
Yorumlar
Yorum Gönder