“Recep
usta, tuzluk tasarımı nasıl gidiyor?” diye sorulduğunda adamın morali bozuldu.
Belli etmedi. Tuz fabrikası lokanta zinciriyle anlaşmış, sipariş artmıştı.
Himalayalardan gelen kaya tuzu büyük taneli istenmişti. Recep ‘tuzun büyük
taneli istenmesi yetmiyormuş gibi başıma tuzluk tasarımı da çıktı,” diye
içinden geçirdi. “Bilal Bey, gövde hazır ama kapağın deliklerini yeterince
büyütemedim,” derken patronun yanındaki delikanlı “kapağın malzemesi ince. Daha
kalın olmalı,” diyerek çözüm önerdi. Patron gülümseyerek “Recep usta ARGE’de
işe başlayan yeni arkadaşımızı tanıştırayım,” dediğinde ustayı ateş bastı. ‘Bu
ateşle suyum da kaynar,” diye düşündü.
Komiser
“Hanım fasulye pişmedi mi? “ diye sorduğunda sabrı tükenmiş, mutfakta aç
bekliyordu. Çok geçmeden eşi sofraya “afiyet olsun,” diyerek bir tabak koydu.
Adam kaşığı daldırdı. Suratı asıldı. Az tuzluydu. Hevesle tuzluğu salladı ama
akmıyordu. Komiser açtı ağzını yumdu gözünü. Tuzluğu masaya olanca kuvvetiyle
vurdu. Kadın “Belindeki silaha mı güveniyorsun Burhan Efendi,” dedi “ Burası
senin karakolun değil,” elindeki kepçeyi savurdu. Adam kafasını eğdi, kurtuldu.
Kadın “yemezsen yeme,” deyip, önünden tabağı aldı. Komiser “Nebahat bana
lokanta mı yok,” deyip çıktı. Kadın, tuzluğu açıp “İlla tuz, tuzluktan akacak
değil mi takıntılı manyak,” deyip avucuna döktü.
Recep’in
canı sıkılmış, sevkiyat depoda raflar arasında geziyor, mal müşteriye
gönderilmeden kontrol için numune alıyordu. “Yılların Recep ustası depo faresi
olmuş,” diye dalga geçen şoföre ters ters baktı ama kızmadı. Nerdeyse
fabrikanın kurulduğu zaman iş başı yapmış, patronu Bilal’in türlü kahrını
çekmişti. Gösterilen vefasızlığa içerledi. Patron yeni yetmeye tuz tanesi
tasarım görevini de vermişti. Özel hayatında ki sıkıntının üzerine iş yerinde
ki de eklenmişti. “Allah’ım ne olur canımı bekâr alma,” diye mırıldandı. Yaşı
geçene mahallede kız verilmiyor, kimse görücülük yapmak istemiyordu. “Recep,
mallar tamam mı? Yol uzun,” diye şoförün kornaya basmasıyla toparlandı. Başıyla
onayladı. Koliler yüklendi. Kamyonun hareketiyle diğeri iskeleye yanaştı. Yeni
tasarım tuzluklar sevk edilecekti. Kutulardan birini açıp tuzluğu aldı.
Salladı. Tuz akmadı. Sevinçten gülecekti kendini zor tuttu. Depoculara
“Tuzluklar tamam,” deyip yüklemeye izin verdi.
Tren
sireni lokantaya dolunca kapıyı kapamak şart olmuştu. Aşçı, komiye işaret etti.
Çocuk koşarak kapıyı kapadı. “Mahmut, o tuzluklardan bir kutu ayır bana
kardeşim. Abine güzellik yapacaksın. ‘Arabadan çıkmadı,’ dersin. Bana itiraz
etme. Çocuğu gönderiyorum. Tuzlukları ver,” diyen adam ekrana öfkeyle arka
arkaya dokundu. “Kapan artık,” diye bağırınca “Şefik abi o akıllı. Güzellikten
anlar,” diye gülen çocuğa aşçı “Başlatma babanın şarap çanağına. Kargoya git
Mahmut’tan paketi al,” dedi. Öğle paydosuyla tren garı çalışanları yemeğe
gelir, güzel de para bırakırlardı. Komi gecikince boşları toplamak aşçıya
kalmış iki ayağı bir pabuçta “Neredesin eşek sıpası,” diye burnundan soluyordu.
“Şefik
abi tuzlukları getirdim,” diyen genç, paketi kasanın dibine bıraktı. Elinde
uzun bir kutu vardı. “Ne o?” diye soran aşçıya “Hafta sonu kardeşimin doğum
gününe davetliyim. Tahtakale’de 10 liraya konfeti satıyorlardı. Aldım,” deyip
sallamaya başladı. Adam “Patlatacaksın. Bırak kasanın altına. Hem haftalık az
der hem de... Akıl fikir ver Allah’ım,” diye söylendi. İçeri güzel bir kadın
girince aşçı ve komi toparlandılar. Kadın cam kenarındaki masaya oturdu.
Dolaptaki ayranlara bakıp “bir” işareti yaptı. Masadaki kebap resmini kaldırdı.
Vakit kaybedilmeden servis yapıldı. Kadın kebabını yerken elinde valizi bir
adam lokantaya geldi. Ortada gördüğü ilk yere oturdu. Recep, ‘Tuzluklar
müşteriden geri döndüğünde patronun yüzünü göremeyecek oluşum üzücü olsa da,’
diye aklında geçirirken kadını fark etti. Gözleri kamaştı. Siparişi almaya
geleni ne duydu ne gördü. “Hoş geldiniz,” diye omzu dürtülünce “İşkembe,” deyip
genci başından savdı. Heyecanla masadaki tuzlukla oynuyordu. Dikkat edince
tanıdı. Kasadaki adama dönüp “tuzluğu nerden aldınız?” diye sordu. Aşçı boncuk
boncuk terledi. “Bizim komi, Tahtakale’den 1 liraya almış,” deyip konuyu
kapattı. Recep’in eli durmuyordu. Tren biletini masadan düşürdü. Eğilip
aldığında kadın da aynı bileti gösteriyordu. O da adama karşı boş değildi. Bir
taşla iki kuş vurmuştu. Yıllık izine çıkarak fabrikada yokluğunu hissettirirken
bir yandan elektrik aldığı kadınla aynı trende Avrupa turu yapacaktı.
Selim
aşçının yanına gelip “Şefik abi, tuzlukları masalardan toplayayım mı?” diye
sorduğunda lokantaya polis geldi. “Her şey için çok geç. Bırak oğlum tuzluğu.
Yandık. Git adamın siparişini al,” derken yanakları kızarmış, kalbi yerinden
çıkacaktı. Korkulan olmamış, aşçı polisin kuru fasulyesini özenle hazırlayıp
tabağın kenarına bir tutam maydanoz koymayı ihmal etmemişti. “Sonunda fasulye
yemek nasip oldu,” diyen adam kaşığı daldırdı. Az tuzluydu. Suratı asıldı.
Tuzluğu aldı. Salladı, salladı. Nafile, tuz akmadı. Sinirlenip kalktı. “Böyle
tuzluğun gelmişini geçmişini,” deyip silahını çekti. Masaya sıkıyor, kıyamet
kopuyordu. Seken kurşun Recep’in ayağına geldi. “Yandım Allah,” deyip yere
kapaklandı. Kız ilk şoku atlatır atlatmaz kaçtı. Arkasından “gitme,” diyen adam
inliyordu. Polis sakinleşti. Kasaya yöneldi. Elinde silah “Hesap ne kadar,”
diye sordu. Aşçı yarım ağızla “Selim çabuk konfetiyi patlat,” diye fısıldadı.
“Şefik abi 50 kâğıdını alırım,” deyince adam “küçük fırsatçı tamam,” demek
zorunda kaldı. Komi konfetiyi patlatınca aşçı kocaman bir gülümsemeyle “siz
1000. müşterimizsiniz fasulye ikramımız,” dedi.
Yorumlar
Yorum Gönder