Sevgiyle kabul et


Alıntı;

“Kendini kabul et, sen Tanrı’nın eserisin. Tanrı’nın imzası üzerinde; sen özel, benzersizsin. Senin gibi başka kimse olmadı ve başka kimse senin gibi olmayacak. Bunu kutla; bu kutlama içinde diğer insanların benzersizliğini, başkalarının eşsiz güzelliğini de görmeye başlayacaksın. Sevgi ancak derin bir kendini, başkasını, dünyayı kabul varsa mümkündür. Kabul sevginin büyüdüğü ortamı, boy attığı toprağı yaratır.”

Kurmaca;

Profesör Doktor Han, laboratuarda dört dönüyordu. Mikroskop ve klimayı defalarca kontrol ettirdi. Heyecanla, dünya üzerindeki en eski, kapalı tohumlu bitkilerden birine ait olan fosilin, paleontoloji merkezine girişini bekliyor, arka arkaya saatine bakıyordu. Laboratuvarın asansörü kata gelince kapının dibinde bitti. Güvenlikçimiz kucağında sandık, büyük bir iş başarmanın verdiği kıvançla “Profesör, gözünüz aydın,” diyerek içeri ilk adımını atınca, Han neşeyle sandığı bir köşesinden tutup “Lang-hao, bön bön bakma! Bir ucundan da sen tut,” diye söylendi. Birlikte sandığı masaya koyduk. Han sağa sola bakınıp dolap arkasına sokuşturduğu levye benzeri demiri güvenlikçimize “Cheng, sandığı aç bakalım,” deyip verdi. Biraz uğraşmayla sandık açıldı. Laboratuvara toprak kokusu yayıldı. Elimi içine sokup hafifçe gezdirdim. “Buldum,” deyip tohumu çıkardım. Profesörün yüzü aydınlandı. Avucunu uzattı. Dikkatle bıraktım. Gözlerini ayırmadan özel bir sıvıyla tohumu lavaboda yıkadı. Makineyle kurutup “Elektron mikroskopunu aç bakalım,” diyerek sandalyesini çekti. Cheng’le olan biteni keyifle izliyorduk. Kendi kendine “Juraherba bodae adlı bitki yaklaşık dört santimetre uzunluğunda. Kökü, sapı, yaprakları ve meyvesi çok iyi korunmuş,” diye konuşuyordu. Profesörün fosili incelerken kendini kaybedişine gülmemeye çalıştım. Ama dayanamayıp “Kapalı tohumlu bitkilerin farklılaşmış çiçeklere ve meyvelere sahip olması, en belirgin özelliği,” diyerek kahkahayı patlattım. Güvenlikçi de bana katılınca gözü mikroskobun merceğinde, ciddiyetle “Lang-hao, tohum araştırmamızı kamuoyuyla paylaşma öncesinde hazırlıkları gözden geçir,” diyerek ince bir ayar verdi.

Garaj kapısı otomatik açılmayınca iş başa düştü. Kolları sıvayıp biraz zorladım. Mekanizma hareket etti. “Huan, garajdayım. Çabuk ol!” diye eşime seslendim. Motoru çalıştırıp beklerken köpeğimiz Pinpin aniden kaportaya sıçradı. “Bit torbası,” dediğimi duyan eşim yüzünü buruşturup ”Cheng, kızımızdan ne istiyorsun?” diye hesap sorarken köpek kaşla göz arasında arka koltuğa kuruldu. Şaşkınlıkla “Sakın seninle hastaneye gittiğini söyleme!” dedim. Gülümseyerek “Kadın doğumcuda randevuyu zor buldum. İstersen garajda bekleme. Yoksa sen de ben de gecikeceğiz,” deyip kontağı çevirdi. Tüy yumağı ne zaman konuşsam havlayıp durdu. Huan radyoyu kapatıp köpeğe kaşlarını çatarak bana döndü. İlgiyle “Cheng, tohumunuzdan ne haber?” diye sordu. Kasılarak “Seni bıraktıktan sonra yan yollardan basın toplantısına yetişeceğim,” deyip vites yükselttim.   

Okulun spor salonunda yarışmaya katılan resimler sergileniyordu. Büyüklerin rahat rahat sergiyi gezmeleri düşünülmüştü. Oğlum arkadaşlarıyla spor hocasının gözetiminde vakit geçirirken resimleri inceliyordum. Sonlara yaklaştıkça heyecanım arttı. Kalan beş resimde kalbim yerinden çıkacaktı. Hızla yürüdüm. Ama resmimizi göremedim. Kaygılandım. Sergiyi baştan sona tekrar gezdim. Yoktu. Sınıf öğretmenimiz görevliydi. Yanına gittim. “Mian-Hu’nun resmini göremedim,” deyince bir bardak kahve doldurup ikram etti. Oturduk. Temkinliydi. Kelimelerini düşünerek seçip “Oğlunuz down sendromlu. Resminin yarışmada yer almasını istemedim. Birincilik olduğu gibi sonunculukta var,” dedi. Kulak misafiri olan diğer kadınların acıma dolu bakışlarını üzerimde hissedince kahveyi bırakıp kalktım. Öğretmen seslendiyse de durmadım. Oğlumu oyun grubundan alıp çıkarken öğretmen karşımıza dikilip tereddütle “Kai-ying, beni yanlış anladınız. Tatsız konuyu arkamızda bırakalım. Önümüzdeki hafta sonuna kadar çocuklar tohum filizlendirecek. Okul bahçesine ekeceğiz. Katılmanızı beklerim,” diyerek etkinliğe davet etti. Moralim bozuktu. Zoraki “Teşekkür ederiz. Babamıza soralım,” deyip oğlanı kucağıma aldım. Hızla salondan ayrıldım.

Yoğun bir gün geride kaldı. Paleontoloji merkezinde basın toplantısını başarıyla atlatmıştık. Profesör habercilerin sorularını cevaplarken sözlüye kalkan öğrenciler kadar heyecanlıydı. Sokak tenha, istediğim yere park etmenin mutluluğunu yaşıyordum. Çantamı ceketimi alıp parke patikandan yürürken pencerede oğlum bekliyordu. El salladı. Odada kayboldu. Dış kapı açıldı. Gülümseyerek “Baba,” diye seslendi. Hızlandım. Yakalayıp havaya kaldırdım. Sarmaş dolaş olmuştuk. Mutfağa girip annemize “Merhaba,” dedik. Ufaklığı bıraktım. Eşim sessizdi. Tencere karıştırıyordu. Sokulup beline sarıldım. Kendini kurtarıp ağlamaklı “Öğretmeni down sendromlu diye Mian-Hu’nun resmini yarışmaya sokmamış,” deyip çorbayı tuzladı. Dönüp sarıldı. Konuyu “Kai-ying, tohum fosili basının ilgisini tahminimizden fazla çekti. Profesörü görmeliydin. İki ayağı bir pabuca girmişti,” diye değiştirmeye çabalarken biraz toparlandı “Lang-hao, tohum demişken hafta sonu oğlan sınıfıyla çimlendirilmiş tohum ekecek,” diye sözü alıp spor salonunda yaşadığı talihsizliği anlattı.

Çocuğu okula bıraktım. Babam ajansın muhasebe kayıtlarını gözden geçirmem için ısrar etmiş, ilgilenmemiştim. Kafamı dağıtmaya ihtiyaç hissedince direksiyonu ajansa kırdım. İçerisi curcunaydı. Moda haftasına hazırlık son sürat devam ediyor, babam kızların üst başıyla ilgileniyordu. Baktığımı hissetmiş olmalı başını çevirdi. Elindeki iğneyi dikkati dağılmış olsa gerek mankenin kalçasına batırdı. Canı yanan kız ufak bir çığlık atıp uzaklaştı. Kumaşları toparlarken “Hoş geldin Kai-ying. Ofise geç geliyorum,” dedi. Podyumlarında gençliğimi geçirdiğim ajansta bir yabancıydım. Babam odasını dekore ettirmiş duvarlara çeşitli heykellerin portrelerini asmıştı. Gecikmeden geldi. Muhasebe defterlerini dizime bıraktı. Masasına oturdu. Gözü laptopta “Ne var ne yok?” diye sordu. İlgilendiğinden değil iyiyim diye geçiştirdiğimi bildiği bir soru sormuştu. Onu, resim yarışmasında yaşadıklarımdan bahsederek şaşırttım. Laptopu kapattı. Böbürlenerek “Ben sana demiştim. Lang-hao’nun fiziği sperm kalitesinin bozuk olduğunu gösteriyor. Evlenme! Çocuk engelli olur,” deyip elinde tarak yerinden kalktı. Sahne alan assolist havasıyla odada yürüyüp “İşletme bitirdin. Gittin ev hanımı oldun,” diye kafamın etini yerken sanırım tansiyonum yükseldi. Kulaklarım uğuldadı. Duyuyor ama anlamıyordum. Hem hızlı yürüyor hem de konuşuyordu. Eli dikkatimi çekti. Tarağı dudaklarının dibine sokmuştu. O artık şarkıcıydı. Kahkahayı patlattım. Defterler yere düşerken gözlerimden yaş geldi. Babam suratıma kös kös baka kaldı.      

Profesör, tohum fosiliyle ilgili araştırma yapmamızı haklı kılacak hukuki süreci düzenleme görevini verdi. Dosyaları hazırlayıp annemden randevu aldım. Laboratuardan çıkarken aklıma güvenlikçimizin istediği bitkisel mama geldi. Çekmecemde duran poşeti alıp asansörle zemin kata indim. Kapıda elinde akıllı telefonu akılı akıllı bekliyordu. Poşeti hızla detektörün bitişiğindeki küçük masaya vurdum. O zaman kendine geldi. Bıyık altından güldüm. Merakla “Unutmamışsın Lang-hao. Eşim sevinecek. Köpek benden daha iyi besleniyor,” deyip poşeti açtı. Burnunu poşete sokup bir iki nefes çekti. “Şahane,” diyerek ağzını bağladı. Çıkıyordum ki arkamdan telaşla “Dosyalarınız,” diye seslendi. “Unutkanlık işte Cheng,” diye geçiştirirken “Son birkaç gündür dalgınsın,” diyerek ilgi gösterdi. Ayaküstü birkaç cümleyle eşimin üzüntüsüne oradan hafta sonu çocuk ve arkadaşlarının çimlenmiş tohum ekeceklerine değindim. “Neyse benden bu kadar,” deyip paleontoloji merkeziden çıktım.   

Profesör rica etmese annemle görüşmezdim. Annemin hukuk bürosundaki avukatları işlerini çok iyi yapıyorlardı. Elimiz kolumuz bağlı, hızlı olmamız gerekiyordu. Arkamdaki araba kornaya basınca kendime geldim. Meğer yeşil yanmış aklımda eşim çocuğum, dalmış gitmişim. Çabuklukla arabayı kaldırdım. Kaza yapmadan büroya geldim. Sigara, kahve bağımlısı annemin odası duman altı olmuştu. Telefonda konuşurken suratıma bakmadı. Yokmuşum gibi davranıyordu. Kız kardeşlerim annemi yalnız bırakmamışlardı. En küçüğünün kahramanıydım. Büroya geldiğimi görmüş sevgiyle “Hoş geldin abi,” deyip ilgilendi. Dosyalarımı aldı. Kardeşim çıkınca annem açtı ağzını “Lang-hao, işin düşmese yüzünü göreceğimizde yok. Ah be oğlum! Bitkilerden sana ne!” diyerek yumdu gözünü. Babamın ölümü sonrası büroya, kardeşlerime sahip çıkmadığımdan yakınıyordu. Hâlbuki kardeşlerimi okutan bendim. Bürodan kazandığımızla karnımızı zor doyuruyorduk paleontoloji merkezinde staj sonrası kalmasaydım kardeşlerim marketlerde kasiyer olacaklardı demek dilimin ucuna geldi. Kendimi tuttum. Ellerim karıncalanırken kardeşim “Abi evrakları düzenledik. Başvurularınızı yapabilirsiniz,” deyip dosyalarımı verdi. Ağzımı açacak halim yoktu. Bürodan çıktığımı arabaya nasıl bindiğimi hatırlamıyordum.         

Eşim hamile olduğunu öğrendikten sonra aşeriyor, market market beni dolaştırıyordu. Elim kolum dolu eve döndüm. Ağzı çikolataya bulanmış kapıyı açtı. Ne bulduysa doldurmuş söyledikleri anlaşılmıyordu. Köpek paçama yapıştı. Hafifçe iteledim. Havlayınca eşim köpeği kucağına alıp bana kızdı. Poşetleri mutfağa bıraktım. “Kızıma vurduğunu görmeyeyim,” diye uyardı. Gözlerimi patlatarak “Huan, senin kızın karnında ki,” dedim. Yerden terliği kaptı “Cheng, gözlerini pörtletme,” diyerek fırlattı. “Köpeğin bitki maması bitmek üzere hatırlatayım,” diye uyarısını yaptı. “Neden bu kadar fazla yiyor?” diye sorunca gülerek “Babası kızımızın çiftleşme yaşı geldi. Hastanedeyken otoparkın köpeğiyle kızışırken zor ayırdım,” dedi.   

Oğlumu yatırmış eşimi bekliyordum. Pencere kenarında kaplarda çimlendirdiğimiz fasulye, mercimek ne var ne yok çürümüştü. Oğlumun tohumları pamuğa koyarken “Anne çimlenecekler mi?” diye soruşu gözlerimin önünden gitmiyordu. “Tanrım neden ben, neden çocuğum,” diyerek kapları savurdum. Boğazım düğümlendi, peteğin önüne çöktüm. Gözyaşlarım penyemi ıslatmıştı. Babamın sözleri kulağımda çınlıyordu. “Kai-ying, iyi misin?” diye soran kocam tutup kaldırdı. “Eve geldiğini fark etmemişim,” deyip gözlerimi sildim. O da iyi değildi. Günün yorgunluğu altında eziliyorduk. Yıpranmıştık. Kollarımı beline sardım. “Takma bu kadar,” dedim “Her ne varsa.” Güldü. Elini saçlarımın arasına soktu. Oynarken “İkimize de sakin denizler yok değil mi?” diye sordu. Bilip de bilmemezlikten gelerek “Lang-hao, Annen mi?” diye sorunca elimi öptü. Yere eğilip halıdaki tohumları “Ne oldu?” diye sorarken topladı. Şirinliğimle “Dünyanın en iyi bitki uzmanı babamız bize güzel bir tohum bulsun lütfen” diyerek küçük sevimli dansımı yaptım.    

Arabada Huan’la tartışıyorduk. Trafiğin akmadığı yetmiyormuş gibi köpek havlaya havlaya kafamı şişirmişti. Huan inatla “Cheng, kızımı kısırlaştıramayız. O da anne olmalı,” deyince kafamın tası attı. Trafik açılınca gaza yüklendim. Öfkeyle “Doğacak yavruları ne yapacağız. Biz kendi bebeğimizin odası olsun diye yeni bir eve çıkmayı planlıyoruz, üstüne yavru köpeklerle mi uğraşacağız,” diye eşime bağırınca köpek başını uzatıp kulağımdan ısırdı. Acıdan kırmızı ışığı zor fark ettim frene asıldım. Kemer takılı olmasa cama yapışacaktım. Gözüm döndü köpeğe iki yumruk indirdim. Eşim kapıyı açıp saldı. Karşıya geçerken ışık yeşil oldu. Araba vurdu. Huan “Cheng, onu öldürdün,” deyip fırladı. Kemeri çözerken acı bir fren sesiyle yüreğim ağzıma geldi. Caddede eşim boylu boyunca uzanıyordu. Aklım yerinden çıktı.

Laboratuvarda tohum fosilini inceledikçe şaşırmış ve korkmuştum. Tohum filizlenip çiçek açarken havaya zehirli bir gaz veriyordu. Kokusuz gaz fark edilemezdi. Tedirginlikle “Lang-hao, çabuk gel,” diye seslendim. Stajyer kız “Profesör Han, unuttunuz mu güvenlikçiyle beraber tohumlara kasa almaya göndermiştiniz,” deyince aklım başıma geldi.    

Mesai bitiminde kasayı merkeze getirmiştik. Profesör çoktan çıkmıştı. Cheng’e “Kolay gelsin,” deyip ayrıldım. Eve gitmeden bir otelin barında zaman öldürdüm. Saat gece yarısını geçince yüzümü kar maskesiyle örttüm. Kasanın yeri ve güvenlik şifresini biliyordum. Siyah giyinmiş eldivenleri unutmamıştım. Cheng kasa ararken yorulmuş dikkati dağınıktı. Fark etmeden içeri girip tohumu alacaktım. Kamera olmayan kör noktadan şifremle kapıyı açıp girdim. Cheng ayaklarını uzatmış gazete okuyordu. Parmak ucunda koridordan laboratuvara geldim.

Sıra sende;

Şifreyi girerken “Kıpırdama,” diye arkamdan seslendi. Hızla yanaştı. Bir elimi tutup kelepçeyi taktı diğerini takmak için elime uzanmıştı ki fenerle sert bir darbe indirdim. Yere kapaklandı. Kafası yarılmış, yüzü gözü kana bulanmıştı. Bir kere daha yapıştıracaktım ki bana baktı. İyi niyetle “…” diyerek…        

Varoluşun tekrarı yok. Hazır ol! “Alıntıdan” esinlen, “Kurmacaya” devam et!

Yorumlar