Alıntı;
“
’Mükemmellik’ yaşamında olanla olması gereken arasında bir gerilim yaratıyorsun
demektir. Doyumsuz kalırsın, çünkü her zaman işlerin daha iyi gittiği bir durum
hayal edebilirsin. Mükemmellik fikrin engel oluşturur. Sevemezsin, şarkı
söyleyemez dans edemezsin. Yaşamında, bütün kutlama kaybolur, hastalıklı
olursun. Keyif, kendini olduğun gibi kabul etmendir. Mükemmeliyetçi biri
rahatlayamaz ve başkasının da rahatlamasına izin vermez.”
Kurmaca;
Salihli
Paktolos nehri civarındaki altın madenlerine yaklaştığımızı rehberimiz yol
bilgisayarını kapatırken “Beyler, Lidya Devlet Başkentinin madenlerine hoş
geldiniz,” diye duyurdu. Arazi aracını maden girişine çektik. Galaxium
kilisemizin kurucusu “Johnson, alet çantasını al,” deyip araçtan hızla indi.
Rehberin peşi sıra madene girerken çantayı yüklenmiş el fenerlerinin pillerini
kontrol ediyordum. Gözden kaybolmalarına fırsat tanımadan yetiştim. Rehbere el
baltasını verdim. Olanca gücüyle kapalı maden ağzını tahtaları parçalayarak
açtı. Başımızı eğip merdivenlerden aşağıya galeriye indik. Fenerlerin pilleri
biterken rehber jeneratörü çalıştırdı. Galeride duyduğumuz tek ses jeneratörün
gürültü patırtısıydı. Çantamdan küçük kazmayı çıkartıp “Arcturusit Michael,
buyurun efendim,” deyip uzattım. Uzaylılar tarafından üçüncü defa alıkonduğunda
öğrendiği dille kısa bir dua etti. Damara arka arkaya dört beş darbe indirdi.
Küçük bir parça elektrum yere düştü. Rehber “Bu bildiğin beyaz altın,” deyip
parçayı aldı. Sevinçle adamın elinden
kaptığı parçayı büyüteçle inceledi. Neşeyi kayboldu. Sessizleşti. “Johnson,
damardan çıkardığımız elektrum Arcturusluların araçları Lidya’ya düştüğünde
tamirde kullandıklarından değil. Köylüler uzaylılar gittikten sonra maden inşa
edip metali çıkarmışlar. İlk parayı da metalle yapmışlar,” deyip geri dönüş
yolunu tuttu. Rehber parçayı cebine indirdi. Madenden çıkarken temiz havayla
ciğerlerimi dolduruyordum. Kendimi toparladım. Kimseye sormadan hazırladığım B
planını “Arcturusit Michael, Lidya Devleti’nin kullandığı ilk sikkelerin
koleksiyonuna sahip olduğunu iddia eden Esat’la görüşüyorum,” diye açıkladım.
Durdu. Arkasına döndü. Keyfi yerinde “Johnson, eğer sikke aradığımız elektrum
metalinden yapılmışsa uzay aracını üretebiliriz,” deyip yanına gelmemi işaret
etti.
İnşaatta
işimiz bitmiş evlere dönüyorduk. Esat abiyle komşu sayılırdık. “Tuncer,
geleceğim diyorsun gelmiyorsun,” diye sitem etti. Bezginlikle “Esat abi, iki
katın kablosunu duvarlardan geçirdim. Kollarım kopuyor. Eve gidip yemek yemeden
uzanacağım. Nasipse hafta sonu koleksiyonunu görmeye gelirim,” deyip dert
yandım. Başını kulağıma uzatıp “Kardeşim benim, gecikmemeni tavsiye ederim.
Yurt dışından yazıştığım kişiler var. Milattan önce paralarla ilgileniyorlar,”
diye fısıldadı. Mahalleye girdiğimizde fırına yönelip “Ekmek alacağım. Yarın
görüşürüz,” diyerek vedalaştı.
Gece yarısı sokak, lambanın zayıf ışığıyla aydınlanıyordu. Aldığım
koordinatlarla Esat’ın evini kolaylıkla bulmuş temel direklerine sismik dalga
yayıcılarını yerleştirmiştim. Merkez üsten gelecek emri bekliyordum. Telefonum
titreşti. Sesi kulaklığa verdim. Dikkatle dinledim. “Arcturusitlerle görüştü.
Verdiği fiyatı kabul ettiler. Üç gün içinde sikkeleri teslim edecek. Yayıcılar
hazır. Hava yağışlı. Emrinizi bekliyorum,” diyerek beklemeye geçtim.
Kulaklıktan iki üç kişinin kendi aralarında konuştuğunu duyabiliyordum. Sokak
tenha da olsa etrafı kesiyordum. “Anladım. Yayıcıyı çalıştıracağım,” deyip
konuşmayı sonlandırdım. Sinyal vericiyle yayıcıyı açınca ev titredi. Duvarların
çatırdaması kulaklarımdaydı. Yağmur hızlandı. Sıvalar dökülürken tuğlalar
yerlerinden oynadılar. Büyük bir gürültü koptu. Arabaların alarmları çaldı.
Sokak toz bulutu altında kaldı. Eli yüzü sıvaya bulanmış bir adam yıkıntılardan
çıktı. Kaldırıma oturdu. Bir sigara yaktı. Telefonunu çıkarıp bir arama yaptı.
Yağmur altında üstü başı temizlendi. Endişeyle “Geçmiş olsun birader,” deyip
yanaştım. Gözyaşlarını sildi. Sigarasını atıp ezdi. Paniklemiş bir genç “Esat
abi,” diye bağırarak geldi. Esat ayaklandı. Moloz yığınına giriyordu ki genç
“Cana geleceğine mala gelsin. Bırak abi,” diyerek adamı tuttu. Ağlayarak “Tuncer,
uyuyordum. Kıyamet koptu sandım. İçinde paralarımla odalar çöktü,” diye olup
biteni anlattı. Genç, Esat’ın koluna “Ölmediğine şükredelim. Ev eskiydi.
Yağışlarda artınca çökmüş,” derken girdi. Sokak sakinleri enkazın başına
toplanırken sessizce uzaklaştım.
Akşam ezanı okunmuş, parkta çocuk falan kalmamıştı. Tuncer’i beklerken
ağaç oldum. Beyimiz on dakika gecikmişti. Sonunda göründü. Üstü başıma çeki
düzen verip sakızı ağaca yapıştırdım. Yüzünde aptal gülümsemesiyle sarıldı
“Aşkım kusura bakma. İnşaatta adam kesikti. Fazladan çalıştım,” derken öpecekti
ki başımı çevirdim. Elimden tutup banka oturttu. Yüz vermedim. Bacak bacak
üstüne atıp sinirli sinirli ayağımı sallarken heyecanla “Elif, Esat abinin
başına gelenleri anlatsam inanmazsın. Hani şu para biriktiren adam,” deyip aldı
eline sazı. Neymiş efendim adamın evi yağmurda çökmüş, gece boyu uğraşıp
paraların bir kısmını kurtarmışlar. “Yeter,” diye attığım çığlığı. Kolunu
cımırıp gözlerimi patlattım. Sinirle “Başlarım senin Esat abine de
paracıklarınıza da! Beni ne zaman isteteceksin, ne zaman söz nişan yapacağız?”
diye sordum. Yutkundu. Kolunu ovalarken bilmişlikle “Elifim, söz nişan düğün
bunlar baba oğul kutsal ruh der gibi kulağa tuhaf gelmiyor mu? Gel biz sadece
nikâh yapalım. Hayata başlayalım,” dedi. Gözlerim karıncalandı. Tansiyonum
zıpladı. Terlik ayağımdan fırladı kafama geldi. Terliği aldım elime “Ne nikâhı
Tuncer efendi. İkinci el arabamı alıyorsun. Üstelik gelin arabası almanın da
sözünü vermiştin,” diye diye kovaladım.
Galericiler sitesi kalabalıktı. Ama alışveriş yoktu. Çayımdan
höpürdeterek bir fırt aldım.“Camları iyi kurula. Parlasın,” diye çocuğa
seslendim. “Kolay gelsin Kürşat,” diye selam veren adama omuz üstünden baktım.
Hızla toparlandım. “Müfit amca gel otur,” deyip tabure çektim. Çaycıdan
işaretle iki çay istedim. Kararlılıkla “Biliyorsun yengenin diktiklerini
pazarda satıyorum. Ama yetmiyor be oğlum. Birikmişimiz var. İyisinden ikinci el
ticari bir araç bakalım,” diye konuyu açtı. Müfit amca rahmetli pederin
kahveden arkadaşıydı. Cambazlık yapacak değildim. “Seni severim. Amcamsın. Şu
sıra iyi araba yok. Olduğunda bakarız,” derken cebinden bir tomar çıkardı.
Parmağını tükürükleyip saydı. “Tamı tamına on beş bin,” deyip verdi. Merakla
“Amca paran bende mi kalacak?” diye sordum. Kalkarken “Kürşat, para bende
harcanır. Sen sakla. Arada bir gelirim” dedi. Annemin ‘Emanetin ömrü kısa olur
oğlum,” dediği kulaklarımda yankılanınca arkasından “Müfit amca dur hele al şu
paranı,” diye seslendim.
Çarşıda dükkân dükkân gezip alışveriş yapıyorduk. Daha doğrusu Elif ve
teyzesinin kızı Buse’nin arkasında çantaları taşıyordum. Kızlar dönerciye
girdiler. Cam kenarına keyifle kuruldular. Çantaları nereye bırakacağımı
şaşırdım. Neyse ki halime acıyan komi çantaları alıp kasa arkasına koydu. Buse
kendini beğenmişlikle “Kablocu Tuncer, bir buçuk İskender sipariş ver de
yiyelim,” deyince Elif kendini gülmekten alıkoyamadı. Sitemle “Ayıp olmuyor
mu,” diyecek oldum Buse çirkefliğiyle “Ne diyeceğimizi sana mı soracağız amele.
Gül gibi kızımızı alıyorsun. Şükredeceğine kuru nikâhla oldubitti yapmak
istiyorsun,” diyerek üzerime atıldı. Elif ağzını açacaktı ki garsona “Üç tane
bir buçuk İskender. Arkasından künefe,” diye seslendim. Şükür dikkatler
dağıldı. Konu açılmasın diye ne yapacağım düşünürken haberlerde Esat’ın çöken
evi çıktı. “Elif bak Esat’ın evi,” dedim. Para koleksiyonundan kalanlar
ekrandaydı. Buse heyecanla “Kız, baksana kartal başlı paraya. Ne kadar güzel
değil mi?” diye sordu. Elif bir çırpıda Esat’la aynı inşaatta çalıştığımızı, adamı
kurtarmaya gittiğimi anlattı. Anlatmaz olaydı. Buse “Kablocu Tuncer şu parayı
Elif için alda kıza bir kolye yaptır,” diye bombayı patlattı. Elif birden
havaya girdi. Düğün unutuldu. Hangi elbisesiyle takabileceğini tartışıyorlardı.
Fırsat kaçmaya uygundu. “Gidip paraya bir bakayım,” derken Buse masaya
yumruğunu “Unuttum sanma. Kızımızı kiralık düğün arabasıyla alacak değilsin,”
diye indirdi.
Salihli’de yaşadığımız ikinci şok sonrası Gaziantep’in girişinde
gözden uzakta Arcturusit
Michael Galaxium kilisesinin ‘umut’ temalı ayinini düzenledi. Ruh beden
dengemiz tekrar kuruldu. Esat’ın evini göçürenin yağmur olmadığını öğrenmemiz
uzun sürmedi. Yol kenarındaki dinlenme tesisinde mola verdik. Kebaplarımızı beklerken
Michael “Johnson, neo darwinistlerden Charles, Esat’ın evini göçertmiş. Sikkeye
ulaşmamızı istemiyorlar. Gericilikleri insanlığın önündeki en büyük engel oldu.
Vazgeçmeyeceğiz. Görevi sikkeyi alarak tamamlayacaksın,” diyerek şalgam suyunu
bardağa doldurdu. Onur duyarak görevi “Sikkeyle aramıza girecek herkes ölümün
acısını bedeninde hissedecek,” deyip kabul ettim.
Hanım sıkıştırınca
galericiler sitesinde soluğu aldım. Paramı pantolon cebinde sıkıca tutmuştum.
Kürşat biriyle dükkân önünde sohbet ediyordu. Bozmak istemedim. Hanımın
cırlaması gözümün önüne gelince “Gençler bölmüyorum değil mi?” diye selam
verdim. Kürşat oturmamı işaret etti. Kasılarak “Tuncer, kız haklı. Bu zamanda
düğünsüz evlilik olmaz,” diye öğüt verdi. Canı sıkılan genç “Düğün tamam da
araba çıkardılar başıma,” deyip limonatasını bitirdi. Kulak misafiriyken gözüm
dükkândaki bir araca takıldı. Hanımın reklamlarda beğendiği spor arabaya
benzeyen ticari aracın ikinci eliydi. “Kürşat oğlum şuradaki kaç lira?” diye
sordum. Kürşat konuya kendini kaptırmış “Tuncer, sana ikinci el iyi bir şey
bakacağız. Kiralık arabayla kız mı alacan utanmadan,” derken bana dönüp “Amca,
senin paranla o araç olur. Ama sen beni dinle biraz daha bekle. Daha iyisi
düşer. Haber ederim,” diyerek dikkatini arkadaşına verdi. Hemen kalkmak
istemedim. Biraz bekledim. Kürşat “Kolye meselesine gelince, kardeşim Esat’a ‘abi’
diyorsun. Git iste parayı neden vermesin,” diye lafa girince “Bana müsaade,”
deyip kalktım.
Merkez üst holografik
bağlantı kurmayı istedi. Acil durumlarda tercih edilen holografik bağlantı
durumun ciddiyetinin işaretiydi. Otel odamın perdelerini çektim. Kibrit kutusu
büyüklüğündeki cihazı odanın ortasına koydum. Mavi ışık huzmesi tavana kadar
uzandı. Huzmede beliren surat komutan Bruce’nindi. Çatık kaş ve sert bir tonla
“Charles, Galaxium kilisesi Johson isimli müridini sikkeyi almaya gönderiyor.
Çıldırmış olmalılar. Uzaylıların kullandığı metalin atom yapısını sikkeden
öğrenecekler. Metal filizi üretip araç yapacaklarmış. Uzaylılarla temas ve uzaylı teknolojisinin insan evrimini olumsuz
etkileyeceği umurlarında değil. Ne olursa olsun sikkeyi bulup yok etmelisin,”
diyerek yaklaşan fırtınaya düşünmeden girmemi emretti.
Köftecide biber sosuna ekmek banıp iki şer üçer köfteleri götürüyordum.
Sonunda Müfit amcaya parasıyla alabileceği en iyi arabayı bulmuştum. Hava
sıcaktı. Akşam serinliğinde haberi verecektim. Telefon çaldı. Sessize alacaktım
arayan Tuncerdi. Açmadan edemedim. “Yemekteyim gel beraber olsun,” dedim.
Morali bozuktu. Dükkândaymış. “Bekle,” deyip tabağı bıraktım. Çıkarken kasaya
bütün para verdim. Üstünü almadan fırladım. Öğlen ezanı okunuyordu. Caminin
önünde ambulans, etrafı kalabalıktı. Yavaşladım. Hemen önümden Müfit amcayı
sedyeyle araca aldılar. Dondum kaldım. Kapılar kapandı. Sirenle birlikte araç
hareket etti. Birini kolundan tuttum. Endişeyle “İhtiyara ne olmuş?” diye
sordum. “Abdest alırken ceketinden parasını çalmışlar,” deyince elim ayağım
boşandı. Kaldırıma yığıldım. Esnaf elinde kolonya su, başıma üşüştü. Soluklandım.
“İyiyim,” deyip ayaklandım.
Sıra sende;
Tuncer galeride derin düşünceler içinde
oturuyordu. Beni görünce daha ayaktayken “Kürşat, Elifle tartıştık,” diye
sıkıntısını açtı. Aynı konulardı. Düğün, araba ve kartal başlı para... Tek tek saydırdı.
Müfit amca’nın kapılar kapanırken bana bakışı gözlerimden gitmiyordu. Tuncer
sesini biraz yükseltip “Esat’la konuştum. Gel al parayı,” diye kalkınca elinden
tutup “…”
diyerek…
Yorumlar
Yorum Gönder