İhanetin embriyosu



Alıntı;

“İnsan zaman içinde olup biten olaylardan anlam çıkarmak ister. Olup biten "şeylerin" anlamını bildiğimize kendimizi ikna edebileceğimiz bir bağlam yakalamak isteriz; özellikle de bu olaylar çelişkili, ürkütücü, sıra dışı olduğunda.”

Kurmaca;

Ultrason cihazının ekranını açıp doğum masasına uzanmış kardeşimin rahmine jel sürdüm. “Abla soğukmuş,” diye gülümsedi. Probu dikkatle deri üzerinde gezdirirken düşüğe sebep olan bakteriyi ortadan kaldıracak ilacı rahme enjekte ediyordum. “Mary, bebek iyi durumda. İlacı verdim,” deyip tüpü vajinadan çıkardım. Kardeşim “Koltuk çok rahatsız edici, umarım bir daha oturmam,” diyerek kalktı. Üzerini toplarken içeriye asistanım “Kathy, ‘Maisinius bakterisinin zayıf noktasını buldum,” deyip girdi. Mary merakla “Benimki mi?” diye sordu. Muayene eldivenlerimi çıkartırken “Bakteriyi bir kenara bırakalım. Hafta sonu Peter barbekü yapacak. Kocanı da alıp gel. Jane sende sağ kolumsun unutma,” diyerek ikisini de davet ettim.        

Klinikte yüksek tempolu bir haftayı geride bırakmıştım. Barbeküyü kaçırmamaya karar verdim. Hafta sonları kahvaltıyı Harry hazırlar, herkesi uyandırırdı. Mutfağa girdiğinde gözlerini ovuşturuyordu. “Jane ne işin var mutfakta,” diye şaşkınlığını dillendirdi. Meyve suyunu bardaklara dökerken “Kathy, barbeküye davet etti. Çıkmadan size sürpriz yapmak istedim. Uykunu alamadın mı?” diye sorduğumda derin nefes verip “Abla, dükkâna bir hırsız dadandı. Kasa sürekli açık veriyor. Kapı ya da pencerede zorlama izi yok. Kafam karıştı. Üstelik ben yokken Teddy dükkânda bekliyor,” diyerek dert yandı.  Hüzünle yere bakarken yanağından öpüp “Afiyet olsun ufaklık,” diyerek mutfaktan çıktım. Evden ayrılırken çantamı kontrol ettim. Kapsülü bulamadım. Hızla odama gidip göz attım. Makyaj aynasının önünde buldum. Çantama atıp “Barbeküden sonra senaryo kursuna gideceğim,” deyip fırladım.  

Barbekü ızgarası ısınmıştı. Peter etleri boşluk bırakmayarak yan yana dizmiş, ateşi yelliyordu. Mary ve kocası tedavinin başarısı sebebiyle mutuydular. Bebek üç aylık olmuştu. Kardeşim elimi samimiyetle tutup “Kathy, bebeğimiz için yaptıklarını unutmayacağız,” diyerek şükranlarını sundu. Duygulandım. Sekiz yıllık evliydiler. Evliliklerine on iki düşük sığmıştı. Erkek arkadaşım, duman gözüne kaçınca “Kathy, laflamayı bırak da yelpazeyi al,” diye seslendi. Sohbete limon sıkan Peter’a dişlerimi sıkarak “Geliyorum,” dedim. Barbekü ters esen rüzgârla dumana boğulmuştu. Yelpazeyi sallarken Jane yanıma geldi. “Etler pişti pişecek. Bende limonata yapayım,” deyip içecek masasına gitti. Limonları sürahiye sıktı. Şekeri döktü. Su şişesini alıp “Su yetmeyecek. Dolduracağım, diyerek mutfağa yürüdü. Ona bakarken “Etleri yakıyorsun,” diyen Peter kızarak yelpazeyi elimden aldı. Ufak bir parçayı ağzıma attım. Lezzeti muhteşemdi. Baharatları sayabilirdim. Jane limonatayı yapmış servis ediyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar etler yendi. Peter’la damadımız konuşurken bizde soğuk içeceklerin keyfini çıkarıyorduk. Mary “Karnım ağrıyor abla,” derken iki büklüm oluverdi. Jane panikledi. “Otur,” derken kardeşimin bacak arasından çimlere kan boşaldı. Kocası “Oluk gibi akıyor,” deyip Mary’i kucakladı. Bahçe kapısını tekmeleyip arabaya ulaştı. Peter direksiyona oturdu. Kardeşim kendinden geçmiş kanaması durmak bir yana artmıştı.         

Senaryo kursunun verildiği sanat merkezi şehrin merkezindeydi ama biz şehrin dışında oturuyorduk. Ablam geç çıkıyor, babam da “Git ablanı al,” diye dayatıyordu. Neyse ki kafeterya açıktı. Beklerken bir kahve içtim. Ablamın sınıf kapısı açılınca soluğu sınıfta aldım. “Harry, geldiğin için çok teşekkürler,” diyen ablam yüzümü güldürmüştü. “Barbekü nasıldı?” diye sordum. “Önemli bir şey yoktu. Yedik içtik işte,” diye cevaplarken binadan çıkmış otobüs bekliyorduk. Ablamların derste hangi filmi işlediklerini merak etmiştim. Soracakken “Sen sormadan ben anlatayım,” diyerek leb demeden leblebiyi anladığını belli etmişti. “Filmde kız ve babası polis teşkilatındadır. Kız haraç kesen çeteyi araştırdıkça babasının çete başı olduğunu anlar,” dediğinde otobüsle yarı yola gelmiştik. “Hırsızı buldun mu?” diye sorunca kafamda şimşek çaktı. 

Laboratuvarda neyin yanlış olduğunu anlamaya çalışıyordum. Jane bir fincan yeşil çayı masama bırakırken “Mary’nin durumu nasıl?” diye sordu. Gözlerim doldu. “Hastaneden çıktı ama düşük yaptı. Bebek birkaç güne toprağa verilecek,” dediğimde salya sümük ağlıyordum. Jane fincana şeker atıp karıştırırken “Belki de Maisinius bakterisinin önüne geçmek için insan embriyoları üzerinde genlerin değiştirilmesinin yollarını aramalıyız,” deyince ağlamayı kestim. Çekmecemden mendil çıkartıp gözlerimi sildim. Avcuma kolonya döküp içime çektim. “İnsan embriyoları gen çalışmaları asla masum kalmaz,” derken telefonum çaldı. Peter arıyordu. Aramayı kabul ettim. Duyduklarım inanılmazdı. “Kendini asmış,” diyordum etraf karardı. Elden ayaktan kesildim. 

Yapay et ürettiğimiz tankların arasında dolaşırken geleceğin askerlerini gözümde canlandırmakta zorlanıyordum. Tek eksiğimiz etlerden insan yapmamızı sağlayacak embriyo gen kodlarıydı. İletişim subayım “General Osborn, Doktor Kathy Niakan’ın başvurusunu İnsan Üreme ve Embriyoloji Kurumu kabul etti. Düşük yapma nedenleri üzerinde daha derin araştırma yapılabilecek,” deyip anlaşmanın kopyasını verdiğinde “Pruskit, ordumuza katılacak kusursuz asker taburlarını görüyorum. Ölen askerlerin kimi kimsesi olmayacak. İstediğimiz yere istediğimiz kadar asker gönderebilecek üstelik savaş karşıtlarının kamuoyunu yönlendirdiği dayanaklarını ellerinden almış olacağız,” diyerek aldım.

Senaryo kursuna gitmeden izlemem gereken filmin sonuna gelmiş, patlamış mısır ve çayla ödev zamanını keyif zamanına çevirmiştim. Evin kapısı açıldı. “Harry, erken geldin. Bana katıl,” deyip mısırları gösterdim. Yanıma oturdu ayaklarını sehpaya uzattı. “Kamera kayıtlarına baktım,” deyince filmi durdurdum. “Kameraları dükkâna yerleştirecektin. Fare kimmiş?” diye sordum. Mısır çanağını önümden alıp “Senin filmindeki gibi çıktı sonuç. Arkadaşımmış. Ben yokken kasadan para yürütüyormuş,” deyip ağzına bir avuç mısır soktu.    

Jane ağzında sakız bilgisayarın önünde veri girişi yapıyordu. Mesai bitmek üzereydi ama gidecek gibi durmuyordu. Embriyoların gen kodlarını listelemiştim. Jane “Analizcilere listeyi verip çıkacağım. Yas günlerinin sonuna geldik. Cenaze evine geliyor musun?” diye sorduğumda umursamadan “Senaryo kursuna gideceğim. Kursa kadar fazla mesaiye kalacağım. Bitirmem gereken birkaç raporum var,” dedi. Buz kestim. Sanki kız kardeşim onun gözleri önünde eriyip gitmemişti. Analizcilerin “Kathy, elektron mikroskobunu hazırladık. Gen kodlarını alıp biran önce elektron seviyesinde incelemeye başlayalım,” diyerek içeri girmeleriyle kendime geldim. Kodları koyduğum tüpü analizciye verdim. Soğutucu üniteyi açıp tüpü bırakırken “Kathy, kardeşinin kan örneğinde olmaması gereken bir maddeye rastladık. Henüz ne olduğunu anlamadık. Madde son birkaç gün içinde kana karışmış,” dedi.    

Sonunda cenaze süreci bitmişti. Kardeşim yoktu ama acısı her an benimleydi. Jane laboratuvara gelmemişti. Bilgisayarımı açtım. Posta hesabıma baktığımda analizcilerin gen kodlarının elektron haritasını mail attığını, mailinde okunduğunu gördüm. Sonuçlar alınmıştı. İleri seviyede korunan bir tesiste veri güvenliği yerlerdeydi. Başımı iki elimin arasına almış kara karar düşünürken Jane neşeyle “Günaydın,” diyerek laboratuvara geldi. “Sen çıkmadan kimse bilgisayarıma oturdu mu?” diye sordum. Hayır anlamında başını salladı. “Ne olmuş?” diye meraklandı. “Gen haritası çalınmış. Ama çalanın işine yaramayacak. İkinci aşama verileri fark etmemiş. Onlar farklı dosyalarda saklıydı,” dedim. Ekrana eğilip mausla posta hesabının menülerinde gezindi. “Posta hesabından askeri teknolojiler üreten firmaya veriler gönderilmişse bu durumu paylaşman suçlanmana sebep olur. Elini kolunu da bağlamışlar,” deyince başımdan aşağı kaynar sular döküldü.     

İş çıkışı yaklaşmış, bilgisayar bakımcımız yarına randevu vermişti. Bilgisayarım güvende değildi. Jane gidecekmiş gibi durmuyordu. Gözüm üzerindeyken Peter aradı. “Canım bu gece laboratuvardayım. Gelmeyeceğim. Sen bir şeyler yer yatarsın,” deyip telefonu kapatırken Jane kalktı. Montunu giyerken “Senaryo kursuna gideceğim. İlginç bir film inceleyeceğiz,” diyerek polis teşkilatındaki kız ve babasından oradan da konuyu kardeşi ve arkadaşına getirdi. Çıkıyordu ki “Peter evde. Buradaki bilgileri ev bilgisayarıma da yedekliyordum,” dedim. O an gözümden film şeridi geçti. Jane’yi kolundan yakalayıp “Sen birkaç saat bekler misin? Işıkları kapat. Gelen giden olursa haberimiz olur,” dedim. Çantasını bıraktı. “Kalırım,” deyip kahve makinesine yürüdü.   

Elektron mikroskobuyla kandaki görüntüleri almış, ani düşük yapan Mary’nin kanında yoğun miktarda Maisinius bakterisine rastlamıştık. Arkadaşım “Carlos, raporu hazırladım. Kathy’e mail attım. Eve gidiyorum. Sağı solu toparlamadan ayrılma,” deyip kapıyı çekti.

Gen haritasının ilk parçaları gelmiş ama insan üretimi için yeterli değildi. Olanları et ünitesindeki biyologlara verdim. Sonuçlar iyiydi. Sabırsızlanıyordum. Pruskit “General Osborn, Jane veri transferine bir saat içinde başlayabilirmiş. Alıcıyı açalım mı?” diye sorunca heyecanla “Vakit kaybetmeden açın,” diyerek emir verdim. Adam çıkarken “Pruskit, insan kaynakları Jane’nin işe alımını hızlandırsınlar,” diye arkasından seslendim.   

Otoparkta arabama atlayıp yola çıktım. İbreyi sona dayamıştım. İçim içimi yiyordu. Silecekler işe yaramamış, yolu zor görüyordum. Uzunları yaktım. Birden araba sarsıldı. Direksiyona zor hâkim oldum. Ön tekerim patlamıştı. Takla atmadığıma sevindim. Sağa çekip dörtlüleri yaktım. İki dakikada sırılsıklam oldum. Neyse ki taksi geliyordu. Sıçrayarak el salladım. Önümden geçti ama durup geri geldi. “Teşekkürler,” deyip bindim.

Sıra sende;

“52.caddenin köşesine gidelim,” dedim. Taksici dikiz aynasından beni süzdü. Torpidodan kâğıt havlu alıp uzattı. Radyoyu kapatıp kulaklığını açtı. “Kızım bale kursun iptal edilmiş. Sana kaç kere sanat merkezi üç gündür kapalı. Tadilat devam ediyor diyeceğim,” demesiyle beynimden vurulmuşa döndüm. Beyefendi “…” deyip…  


Varoluşun tekrarı yok. Hazır ol! “Alıntıdan” esinlen, “Kurmacaya” devam et!

Yorumlar