Nihai devrim tek bir
dünya hükümetidir çünkü dünyanın tek hükümeti olmadığı sürece savaşları
durduramazsın. Her ulusun kendi askeri kuvveti olmak zorundadır ve kimin daha
büyük bir yıkıcı gücü olduğu konusunda rekabet vardır. Ama tek bir dünya
hükümeti olduğu zaman ordulara gerek kalmaz; bunların hepsi insanlığa adanmış
hizmetlere dönüştürülebilir.
KURMACA;
Meclis basın odası
merakla bekleyen habercilerle doluydu. Kürsüye doğru yürüyünce ayağa kalktılar.
Kameraların ışıkları yandı. İçlerinden bir tanesi “Sn. Meclis üyesi Lee Cheol
Woo, Kuzey Kore yönetimi, hidrojen bombası denemesinin başarılı geçtiğini
belirtti. Bombanın neden olduğu deprem Güney Kore ve ABD sismik araştırma
merkezleri tarafından da tespit edildi. Bilgileri doğrular mısınız?” diye
sorunca odadakiler kaygıyla sustular. “İstihbarat ajanlarından aldığımız
bilgiye göre altı kilotonluk patlamanın bir hidrojen bombasından ziyade daha
düşük güçteki bir atom bombasına işaret ettiğini düşünüyoruz. Gerekli tedbirler
alındı,” diyerek kürsüden ayrıldım. Kritik anlarda tek bir soruya kısa cevap
vermek devlet geleneğiydi. Kriz devam etmekteydi. Karar verilmesi gereken
onlarca konu kafamda ofisime yürürken sessize aldığım telefonum cebimde
titreşti. Mesaj üniversiteden mezun olup Amerika’dan abimin yanına dönen
yeğenim Chin-Mae’den
gelmiş, televizyon stüdyosunda tatsızlık çıktığını acil gelmemi yazmıştı.
Stüdyoda tansiyon düşmemiş canlı yayın durdurulmuştu. Babam geleneksel
halı işleme ustalarından hayatta olan iki tanesinden biriydi. Young-Nam ile
katıldığı kültür sanat programında halı deseninin nasıl olacağıyla ilgili
ayrılığa düşmüş yaşlılıkla gelen anlayışsızlıkla birbirlerine girmişler, amcam
son anda yetişip babamı azda olsa sakinleştirebilmişti. Annem fenalaşınca
şoförle birlikte eve gönderdim. Stüdyoya çıkarken Young-Nam’ın oğlu Min-Kyung
omzumdan tutup çevirdi. “Çarşıyı ikiye böldünüz. Bir daha karşılaşırsak sizi
ikiye böleceğim,” deyip çeneme yumruğu yapıştırdı. O kadar sert vurdu ki kendi
etrafımda dönüp düştüm. Fırsatı kaçırmadı. Tekmelerken binadan “Abi dur vurma
öldüreceksin,” diyen bir kız çıktı. Gözüm kanla dolmuş zor görmekteydim. Kız,
Min-Kyung’ı ittirerek “Stüdyoda babam bekliyor,” deyip uzaklaştırdı.
Yanıma eğildi. Çantasından aldığı mendille kanı temizledi. Babamın rakibinin
kızı “Abim merhametlidir,” derken gülümsüyordu. “Onun adına özür dilerim,”
dedi. “Telefon numaranı verirsen yaşanılanları unutabilirim,” deyip ayağa
kalktım. Avcumu açıp numarasını yazarken kapıya babam ve amcam, hemen
arkalarından Min-Kyung, anne ve babasıyla geldiler. So-Young onları görünce “Bizden
uzak dur,” diyerek ailesinin yanına gitti. Arabalarına binene kadar ihtiyarlar
birbirlerine laf yetiştirdiler.
Üç vardiya çalışmasını planladığım fabrikada gündüz vardiyasında
tezgâhların yarısı boştu. Yatırımım göz göre göre erimekte, müşteriler
dokumacıların halı çarşından alışverişi tercih etmekteydiler. Aynı desen
halıları yarı fiyatına piyasaya sürmeme rağmen satışlar yükselmemişti. Bir
yolunu bulup fiyat farkımızı daha da açmazsam iflasım uzak değildi.
Gizli gizli So-Young
ile görüşmekteydik. Ara sıra nabız yoklamış ancak ailemde en ufak bir
yumuşaklık görmemiştim. Kafam karışıktı. Amcama açılmıştım. Hoş görüyle
karşıladı. Şu sıralar gelmiş olmalıydı. Önemli bir projeden bahsedeceğini
söyleyip kafede buluşmamızı istemişti. “Afiyet olsun,” diyen garson kahvemi
bıraktı. Şekeri karıştırırken amcam “Merhaba Chin-Mae,” deyip oturdu. “Kültür
bakanıyla görüşeceğiz,” dediğinde şaşırdım. Soru sordurmadan “Sonunda çarşıda Bon-Hwa
Woo ve Young-Nam arasında barışı sağlama yolunu buldum. Barış sayesinde sende So-Young
ile gönül rahatlığıyla evlenebileceksin,” dediğinde gözlerim dört açılmıştı.
“El emeği halı yapımına kültür bakanlığından destek sağlayacağız. Gerekli
evrakları topladım. Proje hazır. Kooperatif kurmayı başarırsak bu iş tamamdır,”
dedi.
Kamyoneti ucuza
aldığım iplikler doldurmuş çarşıya varmak üzereydim. İplikleri indirdikten
sonra halı fabrikasına gidecektim. Randevumu almıştım. Unutmadan Chin-Mae’yi
aramalıydım. Kulaklığı taktım. Aramama hemen cevap verdi. “Dostum çarşının
girişine geldim sayılır. Kapıda mısın? Tamam, gördüm,” deyip yanaştım. Arkadaş
“Kang-Dae, neler getirdin,” diyerek merakla kasaya çıktı. Çuvalları açtı.
Beraber indirdik. Dükkândakiler çuvalların etrafını çevirdiler. Satış iyiydi.
Fiyatları beğendiler. Az iplik alan biri “Kang-Dae, kasanın sonundaki
çuvallarda ne var?” diye sorduğunda ipliklerin özelliklerini anlatarak konuyu
değiştirdim. Halı fabrikası numuneleri olduklarını söyleyecek değildim. Chin-Mae “Satış
bitti. Dönmeden bir şeyler içelim,” diye ikramda bulunmak istedi. Kırmadım.
Dükkânına geçtik. Yeşil çaylarımız tazeymiş. Tadı damağımdaydı. “So-Young ile
durumlar nasıl?” diye sorduğumda “Yavaş konuş duymasınlar,” diyerek tezgâh
arkasındaki baba ve annesini işaret etti. Amcasıyla kültür bakanlığıyla
yaptıkları görüşmeden, evlilikle ilgili doğan umuttan bahsetti. Sohbete dalmış
randevumu son anda hatırlamıştım. Apar topar kalktım.
Fabrikanın güveliği
Jung-Hee’yi arayıp geldiğimi bildirdi. Ziyaretçi kartımı alıp içeri girdim.
Üretim alanı nerden baksan dört futbol sahası kadar büyüktü. Halılar
dokunuyordu ama tezgâhların büyük kısmı boştu. “Kang-Dae, tesisi nasıl buldun?” diye soran
adam arkamdan omzuma dokununca irkildim. “Etkileyici,” diyebildim. Odasına
yürürken halıcıların çarşısını dilinden düşürmemişti. Sözleri nefret doluydu.
Gidişatı tahmin etmiştim. Dilinin altındaki baklayı çıkarmasını beklemeye karar
verdim. “Senden iplik alacaksam dokumacıların kooperatif kurmasını engelleyecek
bir yol bulacaksın,” dediğinde kapıyı açıp içeri davet etti. Adam benden fazla
şey bilmekteydi. “Kooperatif kurulursa senden ipliği daha ucuza alacak pazarlık
gücüne sahip olacaklar,” derken şeytanca sırıtmış “Üstelik bana da iplik satamayacaksın,”
deyip son noktayı koymuştu. El dokumasında kar ucuz iplikle artmakta, çarşıdaki
dükkânlarda halılar aşağı yukarı aynı fiyattan satılmaktaydı. Jung-Hee
dokumacılar arasındaki husumeti bilmekteydi.
Numune ipliklerimi fabrikaya bırakmış eve dönmekteydim. Adam haksız
değildi diye düşünürken arkada bir arabanın selektör yaptığını gördüm. Kornaya
arka arkaya basınca kenara çektim. Öfkeyle indim. Karşımda Young-Nam’ın oğlu
Min-Kyung durmaktaydı. “İplik getirmişsin. Ben yoktum. Kasanda çuvallar olduğunu
söylediler. Göreyim dedim,” deyince içime su serpildi. Delikanlı baş belasıydı.
Chin-Mae ile kız kardeşinin iş pişirdiğini bilse kim bilir ne yapardı diye
şeytan fısıldarken o kasada çuval aramaktaydı. “Sen çuval ararken Chin-Mae kardeşinle…
Benden duymuş olma ama” dememle kasadan yanıma atlaması bir oldu. Üzerime gelip
boynuma yapıştı. Dilime ne geldiyse söyledim. Gözleri kızarmıştı. Küfrederek
arabasına bindi.
Mecliste Kuzey Kore’nin denemesini araştırmakla görevli komisyona üye
olmuş, bilim adamlarımızın atom ve Hidrojen bombaları arasındaki farkı ve
tehlikelerini anlattıkları sunumu izlemiştim. Yeğenimin ilişkisi ortaya çıkınca
abim onu evden kovmuştu. Kafamın bir kısmında ‘Füzyon bombası olarak da bilinen
hidrojen bombasının yüksek boyutlardaki patlama gücünün, hidrojen atomlarının
birleşerek helyum atom yapısına dönüştüğü termonükleer tepkimeden doğduğu,’
dönerken bir kısmında ortaya çıkan yasak aşkın gençlerin arasına atom bombası
gibi düşüp onları ayırdığı dönmekteydi. Fark etmeden market reyonları arasında
döndüğümü kasiyer kızların gülüşmesiyle anladım. Evde misafirimiz olunca eşim
yemek listesini değiştirmiş iş çıkışı market faresi olmuştum. Kasada kuyruk
uzundu. İçim içimi yemekteydi. Kültür bakanlığı projesi kooperatif kurulmayınca
başlamadan bitmişti. Kumaşçıya gün doğmuş ipliklerini istediği fiyattan
satmaktaydı. Dokumacıların beli bükülmüştü.
Fabrikada çok
çalışmaktan belleri bükülen işçiler sadece yemekhanede rahat nefes
almaktaydılar. Halıcılar çarşısında ki fiyatlarla fabrika halıları arasındaki
fark kapatılmayacak kadar açılmış artan siparişleri karşılamak için üç
vardiyaya geçilmişti. Jung-Hee söz verdiği gibi yüklü miktarda iplik almıştı. Beklemediğim
şekilde görüşmek istemiş görüşmeye çağrılmıştım. “Kang-Dae, yemekleri beğendin
mi?” diye sorarken şeytanca sırıtmış, midemi bulandırmıştı. “Sen ne istediğimi
sormadan ben söyleyeyim” deyip önüme bir flaş bellek koydu. “Bu kayıtta Chin-Mae
bir kızla sevişiyor. Aslında böyle bir şey yok ama ben teknik oyuncakları
kullanarak olmasını sağladım. Sende bunu yayacaksın. Böylece iki sevgilinin
birleşme ihtimalini de ortadan kaldırmış olacağız,” dedi. Çarşıdaki dokumacılar
gözlerimin önüne geldi. Borç batağı içindeydiler. Görüntüler iki aile arasında
son ve büyük savaşı başlatmaya yeterdi. Sessizliğimden kafamın karıştığını
anlayan adam “Seni netleştireyim,” diyerek çek koçanını çıkartıp bir yaprak
kopardı. Zevkini çıkararak karaladı. Cebime soktu. Elim cebime gitti.
Yapraktaki rakamı görünce…
Abim odalarda,
sakladığım silahını ararken “So-Young, nasıl oluyor da ırz düşmanını
savunabiliyorsun. Videoyu izlemedin mi! Şerefsiz seni seviyor olsaydı o kadınla
yatakta birlikte olur muydu?” siye sorduğunda kalbim acımış, söyleyecek bir şey
bulamamıştım. Chin-Mae son kez konuşmayı teklif etmiş görüşmeyi kabul etmiştim.
Kimseye buluşmadan bahsetmedim. Abim silahını beline sokup evden fırladıktan
sonra arkasından çıktım.
Amcam destek olmayı
kabul etti. AVM’ye birlikte geldik. So-Young’u
beklerken “Siz konuşun ben arka masada olacağım. Beni görmesin,” deyip yanımdan
ayrıldı. Kızı görünce sevinçle el salladım. Bir anda olanları hatırladım. Yüzüm
düştü. Elim yavaşça indi. ‘Hoş geldin’ deme fırsatı bulamadan tokadı yedim.
“Konuşacak bir şey yok,” deyip sırtını döndü. Elini tuttum ama hızla çekti.
Benden kaçmış, koşmaktaydı.
SIRA SENDE;
Arkasından baka
kalmıştım. İçim öfkeyle doldu. İftiraya uğramış olacağımı hiç düşünmemiş,
sevgime de inanmamıştı. Kalbim artık acımıyor derken amcam “…” deyip…
Yorumlar
Yorum Gönder