Alıntı;
“Yalnızlık,
tek başına yaşayamayan insanın halidir; yalnızlık kalabalığa, başkasına
bağımlısın demektir. Tek başına mutlu olabilen bir insan her tür bağımlılığın
ötesine geçmiştir. İnsanlara sevgisini verebilen odur, çünkü artık onlardan
hiçbir şey almaya ihtiyacı yoktur. Kalabalığa girebilir, çünkü kalabalık onu
kendi merkezinden uzaklaştıramaz. Kalabalığın içinde yaşayabilir ama kalabalık
onun içinde olmayacaktır.”
Kurmaca;
Bahçenin ortasına sunak yaptırdım. Rahmetli annem babam görseler
fenalaşırlardı. Ah Buse! Kırkımdan sonra ne işler açtın başıma. Sarınmış beyaz
ipeğe elinde laleler başına takmış çiçekten tacını salına salına pagan ayinini
yapıyordu. Bir o yana bir bu yana sıçrayarak yanıma gelip kucağıma oturdu.
Kulağımı öpüp “Aşkım, bahar geldi. Pers tabağını bulacağım demiştin,” diyerek
beline dolanmama fırsat vermeden kalktı. Arkasından “Senin huyun değil mi
göster ama elletme,” diye bağırdım. Gülümsedi. Sunağa gidip tuhaf şeyler
mırıldanırken bahçe kapısı açıldı. Misafirim geldi. “Otur Bilal,” deyip yer
gösterdim. Endişeyle “Levent Bey acil çağırınca,” diyordu ki limonatamdan bir
yudum alıp konuya “Bilal lafı geveleme,” diye girdim. Toparlanıp “Kazı alanında
keşfi tamamladım. İstediğiniz tabağın çıkarıldığında emin oldum. Bu gün yarın
elimize geçer,” dedi. Aba altından sopayı “Dediğin gibi olsa iyi olur. Haraca
bağladığın esnafın şikâyet dosyaları önümde kabardı. Bir satır yazımla hapsi
boylarsın,” diye gösterdim. Eli ayağı dolaştı. Öfkeyle “Vakit kaybetme,”
diyerek yol verdim.
Mısır mevsimi yaklaşmıştı. Tarlayı havalandırmam gerekiyordu. Dedem elden
ayaktan düşmüştü. Arkadaşım ha geldi ha gelecek derken zil çaldı. Kapıyı
aralamamla içeri dalması bir oldu. Selam vermeden sedire kuruldu. Merakla
“Bilal, sendeki hal, hal değil. Ne var ne yok?” diye sordum. Panikle “Ersin, yardımına
ihtiyacım var. Elimden tutarsan cebin de dolar,” dedi. Çay demlerken dedem
“Ersin, oğlum,” diye seslendi. Demliği bırakıp odasına gittim. Başını yorganın
altından çıkarıp “Yataktan çıkmak hiç içimden gelmedi. Tarlaya gittin mi?” diye
sorduğunda sıkılarak “Bilal geldi. İki laf ediyoruz. Sonra giderim,” dedim.
Azarlayacaktı ki kapıyı çekip salona geçtim. Bilal çayları doldurmuştu.
Kendininkine dokunmadan hâkimin teklifini anlattı. İşin ucunda iyi para vardı.
Umutla “Tahsin de kabul etti. Eski günlerde ki gibi,” diye ekledi. Çocukken
takımına almayan, muhtarın öğretmenin çocuklarıyla oynayan Bilal cevabımı dört
gözle bekliyordu. Büyük bir zevkle “Ben de varım,” diyerek teklifini kabul
ettim. Kazı alanına nasıl gireceğimizi eserleri nerede saklayacağımızın
detaylarını anlatıp hazırlıkları tamamlamaya gitti. Bardakları kaldırırken
dedem konuştuklarımızı dinlemiş olacak “Ersin, oğlum! Uyma şeytana. Ne zaman
dostun oldu o senin. Eskiden beri seni kabullenmedi. Anan, baban öldü bana
emanet kaldın. Boğazından haram geçirmedim. Şimdi neyin peşindesin!” diye verdi
veriştirdi. Tepsiyi lavaboya fırlattım. Kan beynime sıçradı. Ceketimi alıp “Hasatta
alacağımız parayla boğazımızı zor doyururuz. Kimimiz kimsemiz yok. Sen ölünce
tek başıma bu tarlada bu evde,” diyerek vurdum kapıyı çıktım.
Çay
ocağında pazarlık kızışmış, Bilal, tabağa hâkimden daha fazla ödemeye istekli
alıcıları bulunca adamı satmıştı. Pazarlık iki milyona kadar çıktı. Çaycı
boşalan bardakları dolduruyordu. Tahsin nefes almadan olup bitene dikkat
kesilmişti. Fiyatta anlaşılınca Bilal keyifle “Ersin, çantadan tabağı çıkar
arkadaşlara ver,” dedi. Tabak çanta kadar olunca çıkarması zordu. Uğraşırken
alıcılar kimliklerini gösterdiler. Etrafımızı jandarma çevirdi. Kelepçelendik.
Tabakla birlikte pasajın girişinde bekleyen araca alındık. Telsiz
konuşmalarında bir ekibin değirmene gittiğini kalan eserleri topladığını
öğrendik. Jandarma alay komutanlığına giderken başımız önde girdik.
İfadelerimiz alınırken alay komutanı ve savcı geldiler. Komutan “Ferhat,
arkadaşlarımız 107 parça tarihi eseri değirmende bulmuşlar,” diyerek savcıya
gösteriyordu. İfadelerimiz alındı. Savcı satır satır ifadeleri okuyup komutana
“Davut, gözaltı devam etsin. Tutuklama istemiyle nöbetçi hâkimliğe sevk
edeceğim,” dedi.
Oğlum paça çorbası
istemiş kasaba sipariş vermiştim. İkindi namazı sonrası uğradım. Paketim
hazırlanmıştı. Ayaküstü iki çift laf ettik. Paçayı alıp yola koyuldum.
Yürümeyle on beş dakikada evdeydim. Hanım, baharatları tezgâha çıkarmış beni
bekliyordu. Düdüklüyü ocağa koyup paçayı yıkattı. İki ihtiyar birlikte çorbayı
bir güzel pişirdik. Ocağı kapatırken zil çaldı. Torunlar geldi. Gülüş cümbüş
soyundular. Eller yıkandı sofraya oturduk. Gelin, çocuklar tabaklarını
sabırsızlıkla tencereye uzattılar. Yarış kızışmıştı ama bizim savcı dalgındı.
“Ferhat, sesin soluğun çıkmıyor,” diye ağzını yokladım. Keyifsiz keyifsiz “Nöbetçi
hâkim eser kaçakçılarını serbest bırakmış. Elden bir şey gelmez,” diyerek
karıştırdı. Salataya limon sıkarken “Oğlum, deden Kıbrıs şehidiydi. Kıbrıs
adası neyse tarihi eserlerde odur. Yapacak her zaman bir şey vardır. Uğraşmak
istemiyorsan o başka,” diye sitem ettim.
Bandırma müze
müdürlüğü özel sergi salonunda elimizden kaçırdığımız tabağa bakıyordum. Omzuma
dokunan elle hâkimin gediğini anladım. “Bilal, açgözlü Bilal. Kulağını aç
dinle. En geç bir hafta içinde tabağı sevgilime veremezsem Tahsin’i içeri
tıktığım gibi seni ve Ersini de tıkacağım. Unutmadan tabağı alınca sana para
vermeyeceğim,” diyerek gitti.
Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan
küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun
kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı. Bilal değirmende bekliyordu.
Aceleyle geldim. Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın
kalasların üstünde simsiyah bir çatı... Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar,
miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar... Ve bir köşede birbiri üstüne
yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz
torbalara doldurulmuş unlar... Bilal can sıkıntısıyla “Ersin, çuvalların
arkasındayım,” diye seslendi. Ayakkabılarım una bulandı. Bilal yerde bağdaş
kurmuş büyük bir kâğıdı inceliyordu. Müze’nin krokisini çıkarmıştı. Gözlerini
krokiden ayırmadan “Hâkim tehdit etti. Sonumuz Tahsin’e benzermiş,” dedi.
Kafa dağıtmaya maça gelmiştim. Rakip takım penaltıyla maçı almış
statta başlayan gerginlik sokaklara taşmıştı. Taraftarlarının sayıları azdı ama
altta kalmıyor karşılık veriyorlardı. Sözlü sataşmalar yumruklaşmaya kapı açmış
taraftarlar bir birlerini kovalıyorlardı. Kendimi atmosfere kaptırmış ana avrat
sövenlerin peşinden koşuyordum. Adamları AVMnin önünde yakaladık. Tekmeler
havada uçuştu. Çevik kuvvet yaklaşınca grup dağıldı. Karnıma aldığım
yumruklarla sersemlemiştim. Kaldırıma oturdum. Ayaklarımın altında ezdiğim
nohutları, pirinçleri fark ettim. Şöyle bir bakındığımda devrilmiş nohut pilav
arabasını gördüm. Gözlerime inanamadım. Ekrem amca boylu boyunca uzanmış yüzü
gözü kan içindeydi. Acıyla “Ferhat Bey ne yaptınız!” diye sordu. Kalkıp yanına
gittim. Elinden tutup doğrulmasına yardım ettim. Birlikte nohut arabasını
düzelttik. Tencereleri toplayıp alta kısma yerleştirdim. Adamın emeği ziyan
olmuştu. Sızlayan kemiklerim değildi. Cebimden çıkardığım parayı avcuna
sıkıştırdım. Az çok günlük kazancını tahmin edebiliyordum. Çarşıya her
çıktığımda uğrayıp nohut pilavını yerdim.
Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp
çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta
kayboluyordu. Müzeden tabak ve diğer parçaları almış değirmene getirmiştik.
Bilal mutluydu. “Ersin, şu tabağı hâkime teslim ettik mi her şey son bulacak,”
diyerek tahta kapıya omuz verdi. İttirdi ama zorlanmıştı. Destekledim.
Sırtımızda ki çantaları bırakıp dışarı çıktık. Değirmenin kapısı yanındaki taş
sedire oturup kocaman çınarın kıpırdayan yapraklarına bakarken Bilal bana
döndü. Telefonu uzatıp “Haber ver de, emaneti alsın,” dedi.
Adliyede
müzenin soyulduğunu öğrenince canım sıkılmıştı. Soygun profesyonelce yapılmış
şüpheli yoktu. Ersin ve Bilal sorgulanmış ama soyguna karışmadıklarına kanaat
edilmişti. Jandarmalar hergeleleri salıvermişlerdi. Soygunu yaptıklarından
emindim. Ufak bir delil olsa elimden kurtulamazlardı. Karşıya, durağa geçerken
önümde bir araba durdu. Açılan camdan birisi kafasını uzatıp “Ferhat, halı
sahaya gelsene top çevireceğiz,” deyince oralı oldum. Halı sahadan
arkadaşlardı. “Maç işlerinde yokum artık,” deyip yol verdim. Israrlarına “Nohut
pilavcıya uğrayıp atıştırırdık,” diye devam etseler de duymamazlıktan gelip
önüme baktım.
Hafif yağmur çiseliyordu. Ersin’i değirmende bırakıp nöbete çıktım.
Hâkim gelip tabağı alacaktı. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi mümkündü.
Zeytin ağaçlarının arkasında bir siluet gördüm. Değirmeni kesiyordu. Yavaş
yavaş sokuldum. Kurumuş bir dal aldım. Yaklaştım. Çıtırtıları duymuş olmalı
arkasına dönüyordu ki kafasına indirdim. Sersemledi. Kolundan yakaladım.
Başından akan kan yüzünü ıslatmış ama tanıdım. Savcı ellerimdeydi. Karşı
tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar zeytin
ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu. Sürükleyerek
değirmene götürdüm.
Yüreğim daha fazla dayanmadı. Hanım koluma girip koltuğa oturttu.
“Ferhat, oğlum,” diye inlerken kapı çaldı. Gelin çocukları annesine bırakıp
geldi. Oda iyi değildi. Hemen arkasından oğlanın arkadaşı jandarma alay
komutanı Davut misafirimiz oldu. Ferhat’la birlikte büyümüşlerdi. Aynı
mahallenin çocuklarıydılar. “Babam, sen merak etme. Cep telefonu sinyalinden
yerini tespit ettik. Ekipler değirmene ulaşmak üzereler. Ben de onlara
yetişeceğim,” diyerek yüreğime su serpti.
Dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgâr ıslak kamçısını kerpiç
duvarlarda gezdiriyordu. Kanamam durmuştu. Ersin ve Bilal tartışıyorlardı. İçeride
taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar
şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Bağrışlarını
hâkim Levent’in yanında bir genç kızla değirmene girmesiyle bitirdiler. Olacak
iş değildi. Tabağı isteyenin Levent olduğu aklımın köşesinden geçmezdi. Bana
işaret ederek öfkeyle “Bunun ne işi var burada!” diye haykırdı. Bilal Ersini
kolundan tutup hızla yanıma getirdi. Çekip kaldırdılar. Ayakta zor duruyordum.
“Levent Bey, Ersin de davetsiz misafirimizi yakmaya götürüyordu,” deyip gaz
tenekesini verdi. Kapıya yürürken Bilal ve Levent pazarlık yapıyorlar, kız
tabağı hayran hayran inceliyordu.
Sıra sende;
Ersin, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geriye attı.
Birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerini üzerime dikti, uzun uzun
baktı... Dışarıda fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki
kiremitler uçuyordu. Ve değirmen, azgın bir hayvan gibi homurdanıyor ve dönüyordu.
Ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük, adeta bir gölge gibi
duruyordu. Yaslanarak ittirdiği kapı ölümümü kabullenememiş olsa gerek açılmaya
direniyordu. Bilal ve Levent omuz verip kapıyı açtılar. Rüzgâr ağaçları yatırıp
kaldırıyordu. Az ilerideki samanlığa derenin alt başına inip kavak fidanlarının
arasından geçerek ulaştık. Uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka hiçbir
şey duyulmuyordu. Olanca kuvvetiyle beni yere yuvarladı. Samanlık kuru, yağmur
almıyordu. Ersin önüne bakıyor, tenekenin ağzını açmaya çabalıyordu. Elimi
omuzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı bir nefes aldı. Dikkatle “…” diyerek…
Varoluşun tekrarı yok. Hazır ol! “Alıntıdan” esinlen, “Kurmacaya”
devam et!
Yorumlar
Yorum Gönder